Medeniyetler arasında bin yıllardır dur durak bilmeden süregelen bir varoluş rekabeti yaşanmaktardır. Her medeniyet varlığını sürdürebilmek için elinde gücü bulundurmak zorundadır bunun da yolu paraya hükmetmekten geçmektedir. Güçlü imparatorlukların çöküşü ilk olarak ekonomilerinin bozulmasıyla başlamıştır. Askeri ve siyasi gücü sağlamanın yolu zenginlikleri diğer toplumlara bırakmadan elinde toplamaktan geçmektedir. Günümüzde varlığını sürdürebilen, medeniyetini korumayı başarabilen toplumlara baktığımızda gördüğümüz şey geçmişten bu güne zenginliklerini koruyabilmiş olmalarıdır. Sanayi devrimiyle birlikte daha da çetinleşen bu amansız rekabet, büyük savaşlara ve kutuplaşmalara neden olmuştur. Sömürgeciliğin yaygınlaşmasıyla kapital devletler oluşmaya başlamış ve insanlık kaderini değiştirecek hızda ekonomik, siyasi, bilimsel gelişmeler yaşanmıştır. Eskiden zenginliğin simgesi olan geniş tarım toprakları ve madenlere sahip olmak iken artık teknolojik üretim kabiliyetine sahip olan toplumlar diğer toplumların zenginliklerini ele geçirebilmektedir. Din, ırk vb. temelli bir çok ittifakın altında adı konmamış ekonomik ittifaklar yatmaktadır ve günümüzde de bu durum geçerlidir.
Ekonomi yönetimlerinin hangi ekonomik sistemde olursa olsun yegane amacı ekonomilerini dengeye ulaştırmak ve sürekli bir büyüme sağlamaktır. Bu amaç doğrultusunda daha fazla üretme, zenginliklerin ülke içinde birikmesini sağlama, ekonomik yönden bağımsız hale gelmek ve muhakkak ki finansal dengeyi sağlamak hedeflenmiştir. Ülkeler arasında gelişmişlik ve refah farkının açıldığı günümüzde toplumlar mutlak bir gerikalmışlığa mahkum olmamak için kıyasıya bir yarış vermektedir. Bu yarışta bazı ülkeler başarı elde edebilip kendine zenginler grubu içerisinde yer edinebilmiştir örnek vermek gerekirse Güney Kore Cumhuriyet artık kişi başı 27 bin dolar milli geliriyle, Samsung, LG, Hyundai gibi dünya devi markalarıyla artık zenginler kulübünün tartışılmaz bir üyesi oldu. Bu amaçla hareket eden bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin onlardan örnek alması gereken ve başarılarından ve hatalarından ders çıkarmamız gerekliliği tartışılmazdır.
Büyüme yolundaki gelişmekte olan ülkeler bir çok zorlukla karşılaşmaktadır; bunlar arasında arz-talep dengesinin sağlanamamasından kaynaklanan makro ekonomik dengesizlikler sonucu oluşan ekonomi şokları, finansal piyasalarda yaşanan sıkışmalar sonucu ortaya çıkan krizler, yüksek enflasyonist dönemler, kamu maliyesindeki bozulmalar ve daha birçok sorun sayabiliriz. Bu sorunların temelinde yatan ise genellikle plansız ve gereksiz büyümelerdir. Ekonomide yapılan her yanlış muhakka ki bir gün ödenir. Hakkın olmadan yaşanan her refah bedeli daha ağır şekilde seni terk eder bunu Yunanistan örneğinde görmemiz mümkün. Beş yıldır aralıksız küçülen Yunan ekonomisi geleceğe dair umut vermemektedir çünkü makro ekonomik dengeleri o kadar yanlış kurgulanmıştır ki en ufak bir tökezlemede ayağa kalkabilmesi mümkün olmamıştır. Ülkemiz de bu örnekte olduğu gibi belli dönemlerde hızlı büyüme sergilemiş fakat bu dönemler ardından yaşanan krizlerle bir çok kazanımı kaybetmiştir. Aşağıdaki grafikte ülkemizin kuruluşundan itibaren yıllık büyüme seyri gösterilmiştir.
Bu grafikten de anlaşılacağı üzere ülkemizde büyümenin agresif şekilde yaşandığı yıllarda ardından güçlü krizleri getirmiştir. Uzun yıllar yüksek enflasyon oranları, cari açıklar ve kamu açıklarıyla boğuşan Türkiye ekonomisi bir türlü finansal istikrarı sağlayamadığı gibi istenen büyüme oranlarını da yakalayamamıştır. Sanayi teşvik planları ile başlayan planlı ekonomiye geçiş çabaları, 1963’te kalkınma planları ve 2006 yılından itibaren uygulanmaya başlayan Orta Vadeli Programlarla ekonomi planlı bir yapıya kavuşturulmaya çalışılmışsa da hala başarılı olduğumuzdan söz edemeyiz.
Son yıllarda yaşanan büyüme oranlarını göz önüne aldığımızda da şunu fark ediyoruz ki Türkiye ekonomisi hızlı büyüme yaşadığı yıllarda bu büyüme hızına ihracat ve arzdaki artış eşlik edemedi ve bunun sonucunda yüksek dış ticaret açığı ve bundan dolayı aşırı borçlanma ve faiz artışları yaşandı. Türkiye %8 – %9 büyüme potansiyeli olan bir ülke genç ve tüketime açık bir nüfusu var tüketim sınırlandırılmadığı takdirde çok rahat bu büyüme oranları yakalanabilir fakat bu büyüme gerçek bir büyüme olur mu o tartışılır çünkü ne sürdürülebilir ne de etkileriyle başa çıkılabilir. 2008 finansal krizinin ardından alınan ekonomik tedbirler üretim artışını sağlamaya başaramadı ve 2010-2011 yılında yaşanan ortalama %8.7 büyüme 2012 yılında %2.2 ye düşürülmek zorunda kalındı. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan 2012 orta vadeli programını açıklarken Türkiye için bir hedef belirlde ve %5 büyüme, %5 cari açık, %5 enflasyon hedeflendiğini belirtti. Ne yazık ki 2012 ve 2013 yıllarında bu hedefler tutturulamamıştır. Türkiye için bu rakamlar gerçekçi midir? Bu büyüme oranıyla 2023 hedefleri yakalanabilir mi gibi sorular ekonomi otoriteleri tarafından sıkça tartışılmaktadır.
İbrahim Kılıçlıoğlu – Marmara Üniversitesi ’14